Sofia, bezgin bir halde okuldan çıkmış, bir omzunda çantasıyla eve doğru yola koyulmuştu. On yedi yaşında bir lise öğrencisiydi ve dersleri sabah dokuzda başlayıp öğleden sonra üçte bitiyordu. Bu süre ona oldukça fazla geliyor, zaman zaman ise derslerin bitmesini bekleyemiyordu. Okulu, Rivermill kasabasının biraz dışında kaldığı için her gün aşağı yukarı bir saatini okula gidip eve dönerken geçiriyordu. Ne var ki bu onun belki de okula tahammül edebilmesinin yegâne sebebiydi. Kasabanın çıkışı ile okulun arasındaki yol ona adeta huzur veriyordu. Yolun iki tarafında uzanıp giden ağaçlar yürürken ona hem gölge sağlıyor hem de eşlik ediyorlardı. Burada yürürken Sofia, yolun üzerine doğru eğilen ağaçların sayesinde sanki bir tünelden geçiyormuş gibi bir hisse kapılır, bu his ona inanılmaz bir güven ve huzur verirdi. Sofia, o gün de hafif bir esinti ve yaprak hışırtılarının eşliğinde yürürken bir anda kalbi sanki boğazında atıyormuş gibi hissetti. Bu vücuduna yayılan adrenalinin etkisiydi.
Bir sonraki adımında olduğu yere çivilenip, hareketsiz bir şekilde kulak kabarttı. Yüzü ağır bir küfür yemiş gibi kasıldı ve zehrini akıtan bir yılan gibi dişlerinin arasından ‘’geberesice!’’ diye fısıldadı. Bunu söylemesiyle çantasını omzundan eline alıp koşmaya başlaması da bir oldu. Çantasının hafifliği o an için çok büyük bir nimetti. Bu durum onu artık çantasını gereksiz yüklerden arındırmaya itmişti. O kadar ki çantasının içinde bir defter ve bir kalemden başka hiçbir şey yoktu. Sonuçta ağır bir çantayla koşmak hiç de akıllıca bir hareket olmazdı. Arkasından delirmiş gibi koşturan bu siyah, dört ayaklı şeytandan kaçabilmesi içinse oldukça hızlı koşması gerekiyordu. Great Dane ve Cane Corso kırması bu vahşi köpek avını yakalamaya çalışan bir tazı gibi koşuyor, koşarken de korkunç bir şekilde hırlayıp yüzüne gözüne bulaşan salyasından kurtulmaya çalışıyordu. Bu kovalamaca, okul çıkışlarının rutini haline gelmiş ve genç kız artık bu iğrenç yaratığı hırlamasından tanır olmuştu. Son birkaç aydır, ağaçlık yolda yürüme seremonisine ortak olmakla kalmayıp, onu evinin bulunduğu Carlton Sokağı’na kadar kovalıyordu. Sofia, ağaçlık yolu kısa bir sürede geçip, kasabaya ismini veren Mill nehrinin üzerindeki köprüye vardığında köpeğin nefesini bacaklarında hissetti. ‘’Ya bu kuyruklu illet her geçen gün hızlanıyor, ya da ben yavaşlıyorum’’ diye geçirdi aklından. Gerçekten de köpek her geçen gün ona daha çok yaklaşıyordu. Bir gün onu yakalarsa paramparça etmesi işten bile değildi. Köprüyü geçince kasabanın bir nevi çarşısı haline gelmiş – birkaç dükkândan ibaret – olan Abbey caddesinden sola dönüp evinin arkasındaki tahıl silolarını karşısında yükseldiğini görünce son bir gayretle koşmaya devam etti. Cadde üzerindeki eski usul dükkânları geçince azgın kovalayıcısının artık hırlamasını duymadığını fark etti. Arkasına dönüp bakınca gördüğü tek hayvan yol üzerinde sere serpe uzanmış olan bir sokak kedisiydi. Çarşı esnafı ise nedendir bilinmez bu kovalamacayı hiç umursamamıştı. Sofia neredeyse eve gelmişti ve annesinin onu böyle rezil bir halde görmemesi için kendisine çeki düzen vermesi gerekiyordu. Annesi ve babası onun lise okumasını gereksiz buluyor, okuldan almak için de bir bahane arıyorlardı. Neyse ki babası yılda iki sefer eve geldiğinden yufka yürekli annesiyle baş etmesi pek de zor olmuyordu. Sonuç olarak bu gereksiz detayı annesinin bilmesine hiç mi hiç gerek görmüyordu. Oldukça terlemiş, saçları dağılmış ve nefes nefese kalmıştı. Saçlarını bir çırpıda hale yola koymuş, çantasını da ilkokul çocukları gibi iki omzuna birden takmıştı. Terleme konusuna gelince, havanın sıcaklığını bahane olarak gösterebilirdi ama domates gibi olmuş suratını ve körük gibi seri bir şekilde inip kalkan göğsünü gizlemesinin bir yolu yoktu. Evin inşaatından arta kalan kerestelerle yalap şalap yapılmış bahçe kapısını bir hırsız dikkati sergileyerek hiç ses çıkarmadan açtı. İçeri süzülüp kapıyı aynı şekilde kapattıktan sonra hala annesinin sesini duymadığına şükretti. Annesi evin öte tarafında kalan mutfakta bir yandan şarkı söylüyor bir yandan da bulaşık yıkıyordu. Yine de Sofia, evin demir kapısından sessizce girmesinin imkânsız olduğunu biliyordu. Ayakkabılarını önceden çıkarıp kapıyı hızlıca açtı ve demir kapı gürültüyle kapandığında Sofia çoktan odasına girmişti. Rahat bir nefes alıp üzerini değiştirirken annesinin ‘’Sofia, sen misin kızım?’’ diye seslendiğini duydu. ‘’Evet, annecim geliyorum’’ diye cevaplayıp derin bir oh çekti.Bu sırada Bay Scott, sokağın karşısındaki evinin verandasında oturmuş, olan biteni seyrediyordu. Riley Scott, ordudan emekli olmuş bir askerdi. Orduya kabul edildikten sonra eşi Nancy ve uzun yıllar süren bir çocuk özleminin ardından evlerine bir güneş gibi doğan yedi yaşındaki kızları Shannon’ı da alarak doğup büyüdüğü Rivermill kasabasına yerleşti. Kendisi eve senede en fazla üç kez gelebildiğinden Nancy ve Shannon’ın burada daha güvende olacaklarını düşünmüştü. Ancak bu kasabaya yerleştikten yaklaşık on yıl sonra, Shannon sebebi bilinmeyen bir şekilde sarıhummaya yakalanmış, tüm çabalara rağmen günden güne erimiş ve sadece üç ay sonunda ise zavallı yavrucak hastalığa teslim olmuştu. Tek çocuklarını kaybetmek iki huysuz ihtiyarı dayanılması güç bir acıyla ve birbirleriyle baş başa bırakmıştı. Kızlarının ölümünün ardından yıkılan Riley Scott, ordudan erken emekliliğini istemişti. Emekliliğinden birkaç ay sonra ise evlerinin merdivenlerinden yuvarlanıp birkaç kırık kemikle kurtulmuş fakat sol bacağı o günden sonra düzen tutmamıştı. Artık yaşlılık ve sakat bir bacağın birleşmesiyle hareket kabiliyeti iyice sınırlanmış, bütün gün adeta bir heykel gibi evinin verandasında oturur hale gelmişti. Yoldan geçenler ilk bakışta onu fark etmez genelde kafaları ona doğru ikinci bir sefer yapardı. Oradan sadece yemek saatlerinde ve uykusu geldiğinde ayrılırdı. Nancy Scott ise, nasıl yapar bilinmez her gün evde değişmesi gereken bir yer bulur onunla uğraşırdı. Bir gün bütün mutfağı baştan düzenler, bir gün de salondaki mobilyaların yerini değiştirirdi. Fakat eski düzeni hep yenisine tercih ettiğinden evde nadiren bir şeyler değişir, bu uğraşlar da beyhude bir çabanın ötesine geçemezdi. Kocasının ise son zamanlarda yeni bir eğlencesi vardı. Her gün Sofia’nın gözlerinde büyük bir korkuyla sokağın başında belirmesini, koşarak evlerinin önüne kadar geldikten sonra kendisine çeki düzen verip sinsice eve girmesini izliyordu.
Bugün de Sofia sorunsuz bir şekilde evine girebilmişti. Bay Scott gözlüğünün üzerinden, seyircisi pek de fazla olmayan bu gösteriyi izledikten sonra parmağıyla gözlüğünü yukarı iterek Rivermill yerel gazetesini okumaya devam etti. ‘’Hay Allah! Bu insanlar iyice zıvanadan çıktı’’ diye bir nara attı. Nancy de mutfağın bu tarafa açılan penceresinden kafasını çıkarıp ‘’ yine ne olmuş hayatım’’ diye sordu. Gözlerini kocaman gösteren şişe dibi gözlüklerin arkasından meraklı meraklı kocasına bakıyordu.
‘’Ne olacak Fischer’lar babalarının cenazesinde miras kavgasına tutuşup birbirlerine girmişler. Küçükleri Wilson da iyi dayak yemiş ama, baksana’’ deyip gazeteyi karısının yüzüne tuttu. Nancy gözlerini iyice kısıp fotoğrafı görmeye çalıştı ama Riley bunu bekleyecek kadar sabırlı değildi. Kocası günün haberini sunduktan sonra Nancy de ‘’çok yazık, babaları görseydi adamcağız bir daha ölürdü’’ diye naçizane yorumunu yaptı. Bay Scott karısını ‘’ölen birisi tekrar nasıl ölsün canım, saçmalamayı bırak’’ diye tersleyince, Nancy omuzlarını silkip kafasını tekrar pencereden içeri çekti. Konu kapanmıştı. Birkaç dakika sonra Nancy içeriden yemeğin hazır olduğunu haber verince, Bay Scott demir almış bir gemi gibi ağır ağır hareket etmeye başladı. Koltuk değneğine iki koluyla abanıp yerinden kalkmaya çalışırken sakat bacağına da gün yüzü görmemiş küfürler savurmayı ihmal etmedi. Scott ailesi yemeğini yerken güneş de bütün gün sinek avlamış bir esnaf edasıyla kepenkleri indiriyordu. Eylül ayı girmiş, sonbahar da etkisini göstermeye başlamıştı. Akşamları hafif bir ayaz çıkıyor, bu da yaşlı bir bedeni üşütmeye yetiyordu. Bay Scott artık akşamları dışarıda oturup keyif yapamayacak olmasına üzülüyordu. Akşam yemeği bittiğinde hava iyiden iyiye kararmış, buralardaki tek sokak sanatçıları olan çekirgeler de otların arasından serenatlarına başlamışlardı. Hava karardığında iki yaşlı insan uyumak dışında yapacak pek bir şey bulamıyordu. İkisi de karşılıklı oturmuş, kızlarının hastalanmadan birkaç ay önce çekilmiş fotoğrafına bakıyorlardı. ‘’Ne kadar da güzel bir kız olurdu şimdi değil mi’’ diye iç geçirdi Bay Scott. Normalde geveze bir kadın olmasına rağmen; Nancy bu konu açıldığında suspus oluyor, sadece bakışlarıyla ve sulanan gözleriyle cevap verebiliyordu. Saat on olduğunda, duvarda asılı duran eski saat ‘’gong’’ diye bir ses çıkarmış, gözleri uzaklara dalmış olan iki ihtiyarın da bir an sıçrayıp evin sarı ışıklı salonuna geri dönmesine sebep olmuştu. İkisi de birbirlerine bakıp hiç konuşmadan ağır adımlarla yukarıdaki yatak odasına çıkıp yattılar. Ne de olsa uyku en etkili uyuşturucuydu.
Sofia gözlerini açıp yatağının yanındaki komodinin üzerinde duran saate baktığında ‘’07.43’’ yazısını gördü. Kalkıp hazırlanması gerekiyordu. Gün çoktan ağarmış ancak güneş o gün pek havasında değil gibiydi. Yatakta doğrulup bir süre daha uykusunun açılmasını bekledi. Saate tekrar baktığında ‘’07.56’’ yazdığını görüp saatlerin ne kadar gereksiz olduğunu düşündü. Kalktı, yüzünü yıkadıktan sonra dolabından hızlıca bir şeyler çıkarıp giyindi. Mutfağa gitti, ocağın üzerinde önceki akşamdan kalma çorbayı görüp isteksizce birkaç kaşık içti. Bezelye çorbası en sevdiği yemek olmasa da pek bir seçeneği yoktu. Annesi hala uyuyordu ve genç kız da kahvaltı hazırlayamayacak kadar üşengeç bir karaktere sahipti. Çantasını açıp defter ve kaleminin yerinde olduğunu teyit ettikten sonra sessizce evden çıktı. Akşam onu neyin beklediğini biliyordu. Sabahları rahattı çünkü o baş belası mahlûk ortalarda olmuyordu. Sofia, kasabanın içinden geçerken salaş dükkânlar da yeni yeni açılıyordu. Mill nehrinin üzerindeki köprüden geçtikten sonra o çok sevdiği ağaçlı yol önünde tüm güzelliğiyle uzanıyordu. Temiz havayla ciğerlerini doldurdu. ‘’Yaşamak güzel şey’’ diye düşünüp bir omzunda çantasıyla yürümeye devam etti.
Aşağıdan gelen sinir bozucu tangırtılar tarafından uyandırıldığında, Bay Scott gözünü açar açmaz karısını da yaratıcı küfürlerinden mahrum bırakmadı. Yeni bir güne uyanmak ona yıllardır hiç mi hiç heyecan vermiyordu. Hareketsiz bir şekilde saf saf etrafına bakınırken kafasını pencereye çevirip gökyüzünü seyretti. Güneş yüzünü göstermese de neredeyse tepeye yaklaşmıştı. ‘’amma da uyumuşum’’ diyerek yatağından doğruldu ve gece onu sürekli uyandıran kâbusları hatırladı. Her gece eşek yüküyle kâbus görür ve bu kadar çok uyumasını uykusunun verimsizliğine yorardı. Yatağında doğrulduğunda gece gördüğü kâbuslar bir bir gözlerinin önünden geçti. Bu kâbusların arasında bilinçaltının müdavimi olan birisi vardı ki uzun zamandır her gece uykusunu ona zehir ediyordu. Sanıyordu ki bu kâbusun prangalarından kurtulmanın bir yolu yoktu. Öldüğünde belki kurtulacaktı. Gözü kızlarının duvarda asılı duran bebeklik fotoğrafına takıldı ve kâbusu gözünün önünde tekrardan perde açmıştı: Albay Riley Scott duvarları siyaha boyanmış bir odada jilet gibi üniformasıyla masasında oturmaktadır. Bir er kapıyı tıklatır ve ‘’komutanım, mektubunuz var!’’ der. Albay Scott ‘’getir evladım’’ der ve zarfı askerin elinden alıp üzerindeki ismi okur. Zarfı açar ve karısının tek satırlık mektubunu bir göz hareketiyle bitirir. ‘’Kızımız çok hasta, hemen gelmen gerek’’. Hiç düşünmeden dolma kalemini alıp cevap yazar. ‘’Şu sıralar çok meşgulüm, gelemem. Yine üşütmüştür muhtemelen.’’ Kapıda bekleyen askeri çağırır ve mektubu derhal postalamasını ister. Kabusun devamında Albay Scott yine aynı odada aynı vaziyette oturuyordur. Kapı tekrardan çalınır ve içeriye siyah üniformalı yüzü neye benzediği anlaşılamayan bir er girer. Garip bir sesle ‘’Albay’ım mektup var.’’ diyerek siyah bir zarfı masaya bırakıp çıkar. Albay Scott zarfı açar ve içindeki kâğıdı çıkarır. Bu sefer karısı çok daha kısa bir mektup yazmıştır. Mektubu okumasının hemen ardından kâğıt alev alır ve Albay Scott’ın ellerinden kıpkırmızı kanlar akmaya başlar.
Çok uzaklara dalmış olan Bay Scott aşağıdan gelen yeni bir gürültüyle odaya geri döndü. Gözlüğünü takıp yine bir ayağa kalkma mücadelesine girişti. Bastonu olmasaydı muhtemelen oturduğu yerde açlıktan veya susuzluktan ölürdü. Yatak odasından çıkıp merdivenleri tek tek inerken bağırdı, ‘’sabah sabah rüyanda mı gördün be kadın!’’ Nancy işine o kadar odaklanmıştı ki kocasının sesini duyunca elindeki porselen tabağı elinden düşürmüş ama tabak kırılmamıştı. ‘’Ne yapayım hayatım mutfağı düzenlemek gerekiyordu, biliyorsun’’ diye yanıtladı kocasını. Bay Scott, somurtkan bir suratla ‘’ya ya bilmem mi hiç’’ diye tepkisini sürdürerek mutfaktaki ahşap sandalyelerden birisine oturdu. Gazetesinin çoktan gelmiş olduğunu biliyor ancak okumak istemiyordu. Bu kadar erken okumaya başladığında gazete akşamı çıkarmıyor, o da baykuş gibi geleni geçeni izlemek zorunda kalıyordu. ‘’Ne var sanki şu piç kuruları haftada bir değil de her gün bulmaca çıkarsalar’’ diye sinirlenip gazeteye kindar bir bakış attı. Okumak onun için bir insan gibi yaşadığını hissetmenin belki de tek yoluydu. Okurken içinde bulunduğu bütün sıkıntılardan az da olsa uzaklaşıyor zihnini biraz olsun başka şeylere yöneltebiliyordu. Evinde kasabaya yetecek kadar çok kitabı vardı ama hepsini de uzun zaman önce okumuştu. Kasabada kitapçı olmadığı için de kütüphanesine yeni kitaplar katmak oldukça çetrefilli bir duruma dönüşüyordu. Kasabadan ayda bir ayrılan doktora getirebileceği kadar kitap siparişi veriyor, doktor da bisikletinin sepetinde en fazla beş kitapla geri dönüyordu. Bu sınırlı kaynaklarda onu en fazla bir hafta hayatta tutuyor, kalan üç haftada ise kasabanın sanat yoksunu gazetesine mecbur kalıyordu. Nancy mükellef bir kahvaltı masası hazırlamış, Riley de doktorun uyarılarını umursamadan ertesi gün kıyamet kopacakmış gibi yemişti.
Güneş tepeden aşmaya hazırlanırken Bay Scott da çayını ve gazetesini almış verandadaki nöbetine başlamak üzere yola koyulmuştu. Gazeteyi açıp saçma ve yarısından çoğu yalan olan haberleri okumaya başladı, bir yandan da çayını yudumluyordu.
Gazetesinin son sayfalarına yaklaşırken çayı çoktan soğumuş saat de üçü biraz geçmişti. Saatine bakıp Abbey caddesinin başına doğru kafasını çevirdi. Çarşıda gezinen birkaç insan dışında hiçbir hareket yoktu. Derken Sofia biraz sonra hızla köşeyi döndü. Kan ter içinde kalmış, elinde çantasıyla bir şeyden kaçıyormuş gibi koşuyordu. Bu sırada Nancy de verandaya çıkıp kocasının yanına gelmişti. Kafasını kocasının baktığı yöne çevirip boş boş bakmaya başladı. Sofia evlerinin önünde durmuş üzerini düzeltirken Bay Scott ona bakmaya devam ederek ‘’ne kadar güzel bir kız, Shannon’a da çok benziyor, değil mi hayatım’’ dedi. Nancy ise hiç oralı olmadan ‘’evet canım’’ diye karşılık verdi. Bay Scott ‘’o da Shannon gibi koşmayı çok seviyor baksana’’ deyip karısına baktığında gözlerinin yine dolmuş olduğunu gördü. Nancy titrek bir sesle ‘’yine ilaçlarını almamışsın hayatım’’ deyip bir avuç hapı masanın üzerine bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder